“Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da çok bağışlayıcıdır, her şeye hakkıyla kadirdir.” (1)
Evet, Ğafûr sıfat ismidir; çok bağışlayan, çok mağfiret eden, kullarının kusurlarını ve günahlarını örten, bağışı, mağfireti bol olan anlamına gelmektedir.
Allah (c.c) Ğafûr’dur, çok mağfiret eden, günahları örten ve kusurları bağışlayandır. Af ve mağfiret bir bakıma birbirine benzese de affetmek ayrıdır, mağfiret etmek ayrıdır.
Evet, Allah’ın (c.c) kullarına karşı muamelesi üç türlüdür:
Birincisi: Kullarının isyan, fısk ve günahlarına mukabil onlara azap etmesi, onları cezalandırmasıdır ki bu Allah’ın (c.c) adaletidir. Zira kul cüz-i iradesiyle bile bile günah ve isyana girerek cezaya ve azaba müstahak olmuştur.
İkincisi: Kullarının isyan, fısk ve günahlarına mukabil onlara ne dünyada ne de ahirette ceza verir, azap eder. Ancak “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder. (2) âyetinin işaretince kula günah ve isyanları hatırlatılır. O’nun emri ve izni ile kulun elleri, gözleri, kulakları, ayakları ve sair azaları konuşarak kendi aleyhine şahitlik eder, kul rezil edilir. Cabir İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kıyamet günü Âdemoğlunun Allah’ın huzurundaki utanması ve rezilliği öyle bir dereceye ulaşır ki, kul artık cehenneme gitmesinin emredilmesini ister, ta ki o rezillikten kurtulsun.” (3)
Neam, Allah (c.c) dilediği kullarını bahsettiğimiz gibi tabiri caizse rezil edecek, yine bu kullarından dilediğini cehenneme atarak adaletiyle muamele edecek. Bir kısım kullarını da lütfuyla affına mazhar kılarak rahmetiyle cennetine koyacaktır. Burada söz konusu muamele mağfiret değil, aftır. Zira kul cehenneme atılarak azaba mazhar olmasa da kulun fıskı yüzüne vurulmuş, günahları nedeniyle rezil edilmiştir.
Üçüncüsü: Allah (c.c) kulun fıskını, isyanlarını, günahlarını yüzüne vurmaz; bunları ona hiç mi hiç anımsatmaz ve hatırlatmaz. Belki lütuf ve ihsanıyla bu günahları kuluna dahi unutturur ki kul Rabbi’nin huzurunda mahcup olmasın, utanıp ağlamasın, yerin dibine batmasın. Ta ki huzuru ve süruru kusuru ve noksan kulluğu ile yerini hüzne ve eleme bırakmasın. İşte bu hâl ve bu muamele şüphesiz ism-i Ğafûr’un tecellisidir ki kula isyan ve günahları hatırlatılmaz, bunlar tamamıyla terk edilir, kul rezil ve zelil edilmez.
O hâlde bizler de
“Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (4) diyerek dua ve niyazda bulunmalı, Rabbimiz’den hem af hem de mağfiret dilemeliyiz. Zira affedilmek mağfiret edilmenin gayrıdır. Hem affedilmek yetmez, mağfiret de istemek gerek. Ta ki mahşer günü günahlarımız yüzümüze vurulmasın, büyük bir mahcubiyet içinde rezil ve zelil olmayalım.
Gayrın kusurunu aramak,
Götürür gaflet ve dalalete,
Nefsin kusurunu aramak,
Erdirir hikmet ve hidayete. (5)
Demek ki kâmil mümin başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi olurken kendi kusurlarını görmede güneş gibi, gündüz gibi olmalıdır. Evet, kâmil mümin insanların hatalarına ve kusurlarına karşı tabiri caizse kör olur, onları hiç mi hiç görmez. Gayrın ayıplarını, kusurlarını yüze vurmaz, belki onlara acıyıp, şefkat edip dua ve lütuf ile onların ıslahına çalışır ki bu da ism-i Ğafûr’a ayna olmaktır.
İnsan kul olduğunu, kusur ve noksanları bulunduğunu unutup başkalarının kusurlarıyla meşgul olamaz ve olmamalı. Kendi kusurlarından gaflet edip hâşâ sanki insanların Rabbi imiş, her türlü noksandan münezzehmiş gibi başkalarının hatalarını ve kusurlarını arayamaz, sorgulayamaz, göremez ve görmemeli. Belki uygun zaman ve zeminde, azarlayarak ve rencide ederek değil, nazik bir dille ve hikmetli bir üslup ile böyle kimselerin ıslahına çalışır.
Evet, “Başkalarının kusuruyla meşgul olmayı terk eden, kendi kusuruyla meşgul olur ve nihayetinde Hakk’a vâsıl olur.” (6)
O Zât-ı Ğafûr kullarını bir kez değil, defalarca bağışlar, bağış ve mağfiretine sınır konulamaz, O’nun bağışlaması sonsuzdur.
Allah (c.c), Ğafûr ismiyle kullarını dünyada ve ukbada rezil etmez, cezalandırmaz, azaba uğratmaz. Onların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını, hatalarını hem dünyada hem de ukbada en güzel şekilde örter, kullarını mahcup etmez.
O Zât-ı Ğafûr kötülüğü ve çirkinliği örtendir. İnsan O Zât-ı Akdes’in üç çeşit örtüsüne mazhar olur:
Birinci Örtü: İnsanın çirkin görünen, onu mahcup eden yerlerini gizlemek suretiyle elbise ile örtmektir.
İkinci Örtü: İnsanın niyet, düşünce, fikir ve hayallerini kalbinde gizlemek suretiyle örtmesidir.
Üçüncü Örtü: Kulun günahlarının örtülmesi, gizlenmesi açığa çıkarılarak rezil edilmemesi, belki kabul edilmiş bir tövbe ile bu günahların amel defterinden dahi silinmesidir. (7)
Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Günahı açıktan işlemekten sıkılmayanlar hariç bütün ümmetim bağışlanmıştır. Geceleyin bir günah işleyip, Allah da yaptığı bu günahı örtmüşken sabahleyin kalkıp, ‘Akşam şöyle şöyle yaptım.’ diyen kişi, açıkça günah işlemekten sıkılmayan kimselerdendir. Rabbi geceleyin suçunu örtmüşken, sabahleyin kalkıp Allah’ın örttüğü bu örtüyü kaldırıyor.” (8)
Evet, Peygamberimizin (a.s.m) beşaretiyle, kul hakkına taalluk etmeyen hususlarda, günahı açıktan işlemeyen ve bunu teşhir etmeyen, bir anlık gafletle nefsine uyarak işlemiş olduğu günahı başkalarına anlatıp da bu günahına onları şahit tutmayan ümmet Allah’ın (c.c) lütfuyla affedilecektir.
Hiç şüphesiz O Zât-ı Ğafûr’dan gayrı kulların işlediği günahları bağışlayabilecek hiç kimse yoktur. Samimi bir şekilde tövbe eden bir kul tıpkı hiç günah işlememiş gibi olur. Kula düşen günahı her ne kadar çok olursa olsun, asla Allah’tan (c.c) ümit kesmemek, O’nun her türlü günahı bağışlayabileceğini yakînen bilmektir.
De ki: "Ey nefisleri üzerine israf yüklemiş (haddi aşmış) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah, günahların hepsini mağfiret eder (bağışlar). O, muhakkak ki O; Ğafûr’dur, Rahîm’dir." (9)
Evet, israf sadece en basit anlamıyla yeme içme, giyinme gibi konularda cari olan bir hakikat değildir. İsraf mefhumu hayatın tamamını, her alanını, her anını kapsar. Maddi israf olduğu gibi manevi israf da vardır. Fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis, nefes, hayal, muhabbet, adavet gibi manevi ve mücerred değerlerin dahi israf edilmemesi gerektir. Her Müslüman ömrü boyunca gerek maddi sahada, gerek manevi sahada hiçbir şekilde israfa girmemeye azami gayret göstermelidir.
O hâlde israf mefhumu her ne kadar maddi alanda ve mal sarfında istimal edilse de, gerçek manada israf insanın iş ve amellerinde, yaptığı herhangi bir fiilde haddini aşmasıdır. Yani ey günahta aşırı gidip, lütfettiğim latife ve azaları sırat-ı müstakimde kullanmayarak kendi nefislerine zulmetmiş kullarım! Siz her ne kadar israfa girerek, günah işleyerek, kendinize zulmetmiş de olsanız biliniz ki sizleri yok iken var eden, yaratan Ben’im, sahibiniz Ben’im, siz Ben’im kullarımsınız. Ben günahlarınız ne kadar çok olsa da, günahlarınızın hepsini affederim. Siz yeter ki sahibinizi arayın, hatanızı anlayın, tövbe edin, af dileyin, Ben’den ümidinizi kesmeyin. Ben son derece bağışlayıcı ve şefkatliyim. Öyle merhameti sonsuz ve şefkatliyim ki yalnız Bana kulluk eden ve yalnız Ben’den yardım ve bağışlanma dileyen kullarıma o sonsuz merhametim ve şefkatimle ebedi saadeti, ebedi cenneti vaad ettim ve vereceğim.
Evet, Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez ve kesilmemeli. “Zira kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yûsuf Sûresi, 12/87) Ancak bu ümit ve ümit kesmemek günaha, günah işlemeye teşvik için değil, bir an önce tövbe ederek Allah’a yönelmeye teşvik ve davet içindir. Zira âyetleri okumaya devam ettiğimizde verilen mesajın bu olduğunu görüyoruz:
“Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez.
Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur'an'a) tâbi olun.” (10)
Evet, Allah her türlü günahı bağışlar, O’nun rahmeti pek geniştir, muhittir. Bununla birlikte
“Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimse için bağışlar. Ve kim Allah'a şirk koşarsa, o takdirde büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (11) âyetinde ilan ve i’lam edildiği gibi Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Fakat bu husus İslâm’a girmeden önceki ahvali kapsamaz. Zira İslâm’a giren bir kimsenin Müslüman olmadan önceki günahları rahmeti sonsuz Allah (c.c.) tarafından bağışlanır. Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:
“Ancak tövbe ve iman edip, iyi amel işleyenler başka; çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (12)
Evet, tövbe etmek, iman etmek, tevhidi kabul etmek ve salih amel işlemek şartıyla inkâr ve şirk gibi günahlar dahi bağışlanır.
Tövbe, kulun yaptıklarından ötürü vicdan azabı ve muhasebesi neticesinde pişmanlık duyması ve bu pişmanlığın ardından her türlü isyan, inkâr, şirk ve kötü amelden cüz-i iradesi ile vazgeçişi ve ona bir daha dönmemedeki kararlı duruşudur.
Özetle, “Tövbe, günahtan dolayı pişmanlık duyup af dilemektir.” (13)
Mümin, her zaman amelleriyle ilgili korku ve ümit arasında dengede olmalıdır. Zira ifrat mertebesinde olan bağışlanamama korkusu insanı ümitsizliğe ve hatta küfre götürebileceği gibi yine ifrat mertebesinde olan bağışlanma ümidi dahi insanı Allah’ın rahmetine güvendirip, nasıl olsa Allah bağışlar düşüncesiyle günah işleme hususunda helake götürebilir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.” (14)
“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (15)
Resûlullah (s.a.v): “Müminler, Allah’ın azap ve azabının miktarını bilselerdi hiçbiri cenneti ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiçbiri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” (16) buyurarak bu hakikati bildirmiştir.
Evet, mümin bir kul, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemelidir; ancak O’nun rahmetine güvenerek haram daireye girip günah da işlememelidir.
Bahsimizle ilgili Hz. Ömer’in (r.a) şu sözü gayet manidardır:
“Semadan bir seslenici, 'Ey insanlar, bir kulum hariç hepiniz cennete girin!' diye seslense, o bir kulun ben olacağımdan korkuyorum.
Eğer, 'Ey insanlar, bir kulum hariç hepiniz cehenneme girin!' diye seslense, cehenneme girmeyecek olan o bir kulun ben olacağımı umuyorum.” (17)
Mümin Allah’ın rahmetinden ümidini kesemeyeceği gibi, başkalarını da ümitsizliğe sevk edecek konuşmalar yapmamalıdır. Şimdi şu hadis-i kudsiyi dikkatle ve ibretle okuyalım.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Beni İsrail'de birbirine zıd maksad güden iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri de ibadette gayret gösteriyordu. Abid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: ‘Vazgeç!’ derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, ‘Vazgeç!’ dedi. Öbürü:
“Beni Allah'la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?” dedi. Öbürü: “Vallahi Allah seni mağfiret etmez.” Veya: “Allah seni cennetine koymaz!” dedi. Bunun üzerine Allah ikisinin de ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabb-ül âleminin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ Hazretleri ibadette gayret edene: “Sen benim elimdekine kadir misin?” dedi. Günahkâra da dönerek: “Git, rahmetimle cennete gir!” buyurdu. Diğeri için de: “Bunu ateşe götürün!” emretti.
Ebu Hüreyre (r.a) der ki: “(Adamcağız Allah'ın gadabına dokunan münasebetsiz) bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, ahiretini de heba etti.” (18)
Evet, kul Allah’ın (c.c) adını anarak: “Vallahi Allah seni mağfiret etmez!” şeklinde kendini helake götürecek sözler sarf etmemelidir. Zira Allah’ın (c.c) kimi bağışlayıp kimi bağışlamayacağını biz bilemeyiz.
Ebu Eyyub (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâla Hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tövbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” (19)
Evet, insanoğluna hem iyilik hem de kötülük yapma, hem sevap hem de günah işleme kabiliyeti verilmiştir. İnsan bazen gaflet ederek, nefsine yenik düşerek hata edip kötülük yapabilmekte ve günah işleyebilmektedir. Ancak mühim olan kulun hatasını ve günahını anlayarak tövbe etmesi, Allah’tan (c.c) bağışlanma dileyebilmesidir. Samimi bir şekilde pişman olarak, bağışlanma dileyen ve Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eden bir kul Biiznillah O Zât-ı Ğafûr’un sonsuz mağfiret pınarıyla buluşacaktır.
Üstad-ı Mutlak Resûlullah (s.a.v) buyurur:
“Bir kul dünyada bir kulun ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.” (20)
“İnsanların gizli yanlarını araştırmayın. Ayıplarını öğrenmeye çalışmayın.” (21)
Evet, kâmil bir kul kendi kusurlarını, işlediği günahları başkalarına anlatmadığı gibi başkalarının da kusurlarını araştırmaz ve araştıramaz.
Âhir zamanın bir hastalığıdır ki insan, kendi kulluğunu ve kusurunu unutmuş, sair insanların kulluğu ve kusuru ile meşgul olup, gaflette boğuluyor.
Falanca namaz kılıyor ama; şöyle yapıyor. Filanca Kur’an okuyor; ama böyle bir kusuru var diye diye yaratılış gayesi kendi kusurunu görüp Allah’a kul olmak iken, kulluğunu unutup nefsini âdeta bir ilah gibi kusurdan münezzeh görüp hâşâ kendini Rab zanneder.
Hz. İsa (a.s) şöyle buyurur: “Allah’ı anmaksızın çok konuşmayın; sonra kalpleriniz katılaşır. Katı kalp ise Allah’tan uzaktır, fakat siz bilmezsiniz. Siz ilahlarmışçasına insanların günahlarına bakmayınız, kullar gibi kendi günahlarınıza bakınız. Çünkü insanlar günahlara dûçar olur ve ondan kurtulabilir. Belaya uğrayanlara acıyın. Afiyetten dolayı da Allah’a hamdedin.” (22)
“Birbirinizin kusurunu araştırmayın.” (23)
Resûlullah (s.av) buyurur:
Gerçek Müslüman, kusur ve günah araştıran değil, aksine gördüğü kusurları örten kişidir. “Kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter. ” (24)
Evet, insanların kendi kusurları yerine başkalarının kusurlarıyla meşgul olmaları yüzünden yeryüzünde tıpkı eksik, hata, kusur ve günah arama timleri kurulmuş. Tabiri caizse bir kul diğer kulun günah ve kusurunu dedektörle arıyor. Oysa imandan, İslâm’dan, Kur’an’dan, sünnetten, kulluktan ve ibadetten maksat bu değildir. Her insan kendi kusurunu aramak ve bulmak ve bu kusurlarından ötürü tövbe edip af ve mağfiret dilemekle mükelleftir.
Bak Üstad-ı Mutlak Resûlullah (s.a.v) ne diyor: “Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun.” (25)
İnsan olan insan daima iyilikte ve ibadette kendisinden daha iyi, daha müttaki olanlara; kötülükte ve günahta ise kendinden daha az günahkâr kimselere bakar. Ta ki kendinden daha iyilere bakınca iyiliğini artırmaya gayret etsin, kendinden daha az günahkârlara bakınca da tövbe edip af ve mağfiret dilesin.
Bu asrın en büyük hastalıklarından biri de insanların kusurlarını ve günahlarını bulduktan sonra onları teşhir etmedir. Bu bağlamda, ne yazık ki, sosyal medya büyük bir günah işleme aleti olarak kullanılmaktadır. İnsan sosyal medya aracılığıyla su-i zana sebep olacak bilgiler paylaşmakta, başkalarının günahlarını teşhir etmekte, pervasızca yüz binlerce kişiye nice gıybetler yapmaktadır. Oysa bakınız Allah (c.c) ne buyuruyor:
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (26)
Batıla dalmak,
Gıybetten lezzet almak,
Mümkün mü bu hâlle
Yamyamdan farklı olmak? (27)
Evet, gıybetin sosyal medya aracılığı ile yapılması o günahı hafifletmeyeceği gibi, gizli hesaplar aracılığı ile yapılması dahi yapanın günahtan muaf olacağı yahut amel defterine bu günahın yazılmayacağı ve yazılamayacağı anlamına gelmez. Her şeyi hakkıyla gören ve bilen Allah (c.c) elbette her ne şekilde olursa olsun işlediğimiz günahlardan habersiz değildir.
Müslüman ne başkalarının günahını teşhir etmeli ne de kendi günahlarını anlatıp yayarak o günahlara şahitler tutmalıdır.
Evet, günahlar kul hakkına taalluk etmediği müddetçe daima şahsidir, kul ile Allah (c.c) arasındadır. Kul hakkı kapsamında olan günahlara gelince, bu, zalimle mazlum arasındaki bir meseledir ki günahkâr kimse hakkına girdiği kişi ile helalleşmekle mükelleftir. Hem kusuruyla ve zulmüyle övünürcesine bu günahını dahi üçüncü bir şahısla paylaşması elbette doğru değildir.
O hâlde günahları temelde ikiye ayırabiliriz:
1) Kul ile Allah (c.c) arasında olan, kul hakkını içermeyen günahlar.
2) Kul ile başka bir kul arasında olan, kul hakkını içeren günahlar.
O Zât-ı Ğafûr şöyle buyuruyor:
“Ben dünyada Müslüman bir kulumun örttüğüm bir kusurunu, âhirette ortaya çıkarıp onu rezil ve rüsvay etmeyecek kadar büyük kerem ve af sahibiyim.” (28)
Bir gün Hz. Ömer’in yanına bir adam geldi ve ona şöyle dedi: “Benim bir kızım var, cahiliye devrinde onu diri diri toprağa gömmüş, sonra da ölmeden çıkarmıştık. İslâmiyet geldikten sonra ben de kızım da Müslüman olduk. Fakat kızım Allah’ın yasakladığı bir şeyi yaptı ve had vurulması icap etti. Bunun üzerine, bizim bulunmadığımız bir yerde bıçakla kendisini kesmek istemiş. Biz durumu haber alır almaz koştuk, fakat boyun damarlarından birini kesmişti. Hemen tedavî ettik, iyileşti. Yaptığına pişman oldu. Tövbe ederek bir daha böyle bir şey yapmamaya karar verdi. Bir kabileden dünür geldi. Ben de olanları olduğu gibi anlattım.”
Hz. Ömer, adamın bu sözlerine kızarak:
– Allah’u Teâlâ’nın gizlediğini açığa mı vuruyorsun? Vallahi eğer kızın başından geçenleri başka birine daha anlatırsan herkesten önce cezanı ben veririm. Git, kızı diğer Müslüman, temiz kızlar gibi evlendir, dedi. (29)
Neam, kulun tövbesinin sahih sayılması için vicdanen günahlarından ötürü pişmanlık duyması ve Allah’a (c.c) yönelip af ve mağfiret dilemesi gerekir. Günahları başkalarının önünde sayıp dökmek ise tevhid akidesine zıt bir davranıştır. Zira Allah’tan (c.c) gayrı hiç kimse tövbeyi kabul etme, günahları affetme yetkisine ve gücüne sahip değildir.
İnsanız, kuluz. Hata edip bir anlık gafletle günah işleyebiliriz. Lakin bu günahlarımıza asla şahitler tutamayız, tutmamalıyız. Günahlarımızın yegâne şahidi Allah (c.c) olmalıdır. Acılar paylaşılarak hafiflese de günahlar paylaşılarak affettirilemez. Allah’ın (c.c) örttüğü bir günahı kulun başkalarına anlatarak yayması, o günaha şahitler araması kulluk şuuru yerinde olan bir Müslüman’ın asla yapamayacağı bir davranıştır.
Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur: “Fenalıklarını açığa vuranlardan başka bütün ümmetim, halkın dilinden ve elinden salimdir. Bir adam bir gece fenalığı yapıp da Cenâb-ı Hak onu örtmüş iken: ‘Ey filânca ben dün gece şöyle şöyle yaptım.’ demesi, suçunu ilân ve teşhirdir. Hâlbuki o, geceyi Allah’ın setrine mazhar olarak geçirmişti. Allah’ın örttüğü bu suçu sabahleyin teşhir etmiş, açıklamış bulunuyor.” (30)
Evet, kusurları, günahları başkalarına anlatmak izzet değil, zillettir; büyüklük değil, küçüklüktür; pişmanlık değil, şaşkınlıktır, taşkınlıktır. O hâlde Müslüman, O Zât-ı Ğafûr’un örttüğü günahları kendi de örtmeli O’ndan af ve mağfiret dilemelidir.
(1) Nisâ Sûresi, 4/149
(2) Yâsîn Sûresi, 36/65
(3) Suyuti, Dürrul Mensur, c. 2, s. 411
(4) Bakara Sûresi, 2/286
(5) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 2, s. 60
(6) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 1, s. 104
(7) Sahabeden İbni Mesud’un, radıyallahu anh, izahına göre “Kıyamet günü kişiye amel defteri arz edilecek ve adam yaptıklarının tümünü orada yazılmış bulacak. Sonra kula denilecek ki, defterine bir daha bak. Adam defterine ikinci bakışında o günahlarının silinmiş olduğunu görecek ve çok sevinecek.”
(8) Riyâzu’s-Sâlihîn, 24; Câmiü’s-Sağîr, 3000
(9) Zümer Sûresi, 39/53
(10) Zümer Sûresi, 39/54-55
(11) Nisâ Sûresi, 4/48
(12) Furkân Sûresi, 25/70
(13) Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 6, s. 264; İbn Mâce, Zühd, 30
(14) Yûsuf Sûresi, 12/87
(15) Lokman Sûresi, 31/33
(16) Müslim, Tevbe 23
(17) Hilyetü'l-Evliya, c. 1, s. 53
(18) Ebu Davud, Edeb 51, (4901)
(19) Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizi, Da'avat 105, (3533)
(20) Riyâzu’s-Sâlihîn, 240
(21) Câmiü’s-Sağîr, 1576
(22) Mâlik, Muvatta, Kelâm/8
(23) Hucurat Sûresi, 49/12
(24) Ebû Dâvud, Edeb, 39
(25) Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, c. 2, s. 46
(26) Hucurat Sûresi, 49/12
(27) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 1, s. 34
(28) Câmiü’s-Sağîr, 2893
(29) Kândehlevî, Hadislerle Müslümanlık, c. 3, s. 1021
(30) Riyazü’s-Salihîn, c. 1, s. 282
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 2, Kutlu Yayınevi, s. 195-211